Kişilerin ve toplumların sağaltılmayan yaraları, ömürlerinin kadranında zaman eskitip, basitten karmaşığa evirilip, döngüsel bir tarih oluşturunca acı da ritüelleşir. Acıyı anlatabilse yaşayan, anlayabilse dinleyen, iki kuşak arasında sönümlenebilir ve üçüncü kuşağa ritüel olarak aktarılmamış olur. Ancak Dersim Soykırımı örneğinde olduğu gibi tanık olan, yeni nesli korumak için anlatmaktan kaçınmış, yarasını sağaltmanın yolu olarak susmayı seçmiştir.
Nesimi Aday, Mayıs 2020
İnsanın kişisel tarihinde olduğu gibi toplumların tarihlerinde de iyi ve kötü günler vardır. ‘İyi günün vakti tez geçer’ derler. Doğrudur.. Ömür dediğin nedir ki?
Birey olarak kendi iç dünyamızda soğutamadığımız acımızı, grup ya da toplum olarak daha hafif semptomlarla atlatırız. Mutluluk gibi, acı da paylaşılır ve bazı yaralar sevgiyle iyileşir.
Ama iyi günler gibi kötü günlerin vakti hiç de rahvan değildir. Kalbimizin dağlarını devire devire geçen kötü günlerin kasvetli havası kolay dağılmaz. Onların saatleri yorgundur, yokuşunda zamanın. Gitmek bilmezler bir türlü. Yılların hünerli elleri iyileştirir bazılarını. Unutulur, küllenir acılar. Ama Althusser’ de olduğu gibi yaralar iyileşmez de ve ‘gelecek uzun sürer.’
Ömer Hayyam, bugüne, şimdiye imge düşürmek için olsa gerek ”Dün; sana verilmiş bir armağandı, yaşadın ve gitti’’ der bir rubaisinde. Ama Hayyam’ın işaret ettiği kadar kolay değil dünü terk etmek. Yazgıdır ‘dün’, görmez ve yüzleşmez isen, üzgün bir gölge gibi ardından gelir.
Savaşların ve soykırımların toplumsal acıların oluşumunda majör etki yaratığı çok kez deneyimlenmiştir. İyileşme sağlanmadığı sürece de travmanın neden olduğu acı, yeni grup üyelerine taşınmış olur. Acının ritüelleşmesi der David Le Breton. Kişilerin ve toplumların sağaltılmayan acıları, ömürlerinin kadranında zaman eskitip, basitten karmaşığa evirilip, döngüsel bir tarih oluşturunca acı da ritüelleşir. Acıyı anlatabilse yaşayan, anlayabilse dinleyen, iki kuşak arasında sönümlenebilir ve üçüncü kuşağa ritüel olarak aktarılmamış olur. Ancak Dersim Soykırımı örneğinde olduğu gibi tanık olan, yeni nesli korumak için anlatmaktan kaçınmış, yarasını sağaltmanın yolu olarak susmayı seçmiştir. Tanık olduğu, içinde bulunduğu jenosidi bin küsur yıl önceki başka bir acıyla; Kerbela katliamıyla özdeşleştirip, onu değerli kılmayı tercih etmiştir. Bunu yaparak bireysel, hatta toplumsal acısını ötelemiş olsa da inançsal acısına anlam kazandırmıştır.
Acıyı Ötelemek…
Breton’dan alıntılarsak ‘’İnsanın acısını anlaması yaşamını anlamasının başka bir biçimidir. Toplumlar acıyı dünya görüşlerine entegre ederek ona değer verirler. Acıyı, kökenini açıklamaya yönelik nedensellik ağlarının içine yerleştirirler’’ der. (Acının Antropolojisi, s. 99)
Caferiler toplumsal acıyı dünya görüşlerine entegre eden ender topluluklardan biridir. Her Muharrem ayında, Kerbela katliamını acısını ve 12 İmamların çektiği cefayı zincirle dövünme ritüeli ile sergilerler.
Dersim Soykırımını yaşamış birçok ailenin ikinci, üçüncü kuşak üyeleri de ailelerinin yaşadığı etno-dinsel kırıma birçok nedensellik aramıştır. Hala da arayan üçüncü, dördüncü kuşak üyeler görmek mümkün.
En yaygın örnekleri ise Stockholm Sendromu ile açıklanacak boyutta olanlardır. Bu kişiler acısına yabancılaşmanın da ötesine geçmiş; zalim olana, zulüm görenden daha fazla değer atfetmektedirler. Onlar, ‘teslim oldukları’ sisteme baş eğmeyen, geleneksel yaşam kültürlerine yapılan dışsal müdahaleleri kabul etmeyen ana-atalarının olgusal davranışlarını, nedensellikle meşrulaştırmayı seçmişlerdir. Bu nedenselliğin yarattığı ahlaki çöküş ile de ‘halklar bahçesi’ olarak tarif edilen topraklarda tek vatan, tek millet, tek din ve tek dil ırkçılığına tahvil olmanın olgusal sıkıntısına kayıtsız kalabildiler, kalabiliyorlar.
Dersim’ i ‘iyi’ ve ‘kötü’ paradoksu içinde değerlendirdiğimizde pek de iyi günler yaşamadığını söyleyebiliriz. Doğrusu ‘iyi günler’ yaşamasına fırsat verilmediği tarihimizin malumu. Dersimlilerin tarihinde de etno-dinsel kimliklerinden kaynaklı kötü günler çok fazla olmuştur. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e her türlü saldırıya uğramış, soykırım yaşamış, soykırımdan sonra tekrar ayağa kalkmış ama bu kez de (1993-94 köy yakılmaları ile) coğrafyası talan edilmiştir.
Dersim Katliamının 83. Yılı…
Dersimliler 4 Mayıs tarihini ‘Kara Gün’ (Roca Şaê – Roê Reş) olarak gördüklerinden, biz de bu güne dair cümle kuralım şimdi.
4 Mayıs 1937 günü ve tarihi sadece Dersimlilerin değil tüm insanlık için unutulmaz kara günlerden biri olarak görülür. Bundan 83 yıl önce, merkezi otoriteye baş eğmeyen Dersim’ in ‘tepelenmesi’ kararı alındı. Yakın tarihin bu en feci olayını resmi emiri T.C. Bakanlar Kurulunda imzalanmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı ve bakanlarının imzaladığı karar bir halkın soykırımdan geçirilip, uzun yıllar üstünün örtülmesine neden olacaktı.
Bu kararın öncesi de vardı elbet. Hazırlıkları uzun süre önce tüm detaylarıyla yapılmıştı. 1938’e kadar sayısız rapor hazırlanmış, Dersim’ in ulus devlet paradigmasına entegrasyonunun ‘tedib’ ve ‘tenkil’ ile yapılacağı gizli raporlarda ‘akıl’ olarak sunulmuştu devlete.
25 Aralık 1935’ de çıkarılan 2884 sayılı Tunceli Kanunuyla önce Dersim’in ismi yok edilmiş, sonra da (1937-38) bir bütün olarak ezilip geçilmişti.
1937’ te, Mustafa Kemal ve Fevzi Çakmak huzurunda şöyle bir karar alınmıştı:
‘’Toplanan kuvvetlerle Nazimiye, Keçizeken, Sin, Karaoğlan hattına kadar, sert ve etkili bir taarruz harekâtı ile varılacaktır. İsyan etmiş olan mıntıkadaki halk toplanıp başka yere nakil olunacaktır ve bu toplanma çalışmasıyla köylere baskın yapılarak, hem silah toplanacak, hem de bu suretle elde edilenler nakledilecektir.
Sadece taarruz hareketiyle ilerlemekle yetinildikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki silah kullanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar vermeyecek hale getirmek, köyleri bütünüyle tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.
Not: Paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmak lazım.’’
Munzur Nehri Kan Akmıştı…
Bu karardan sonra, yani 1937-1938 yılları içinde, iki yaz sezonu boyunca askeri ‘operasyonlar’ yapıldı. Yapılan bu askeri operasyonlardan sonra, resmi belgelere göre 13.800 insan öldürülmüş ve bir o kadarı da sürgün edilmişti. Gerçek ise çok başkaydı. Operasyon dedikleri şey aslında planlı, programlı bir soykırımdı. Yerel kaynaklara göre Dersim 1937-38 Katliamı’ nda öldürülen insanların sayısı en az 70 bindi. Dersim Soykırımı üzerine çalışan tarihçilere göre ise; en az 50 bin insan öldürülmüş, sayısı bilinmeyen çok sayıda insan yerlerinden sürülmüş ve binlerce çocuk başta askerler olmak üzere yabancı ailelere evlatlık verilmişti.
38 Katliamından kurtulan Dersimlilerin yıllarca ‘solcu’ görüp oy verdiği, kurucusunun fotoğraflarını evlerinin duvarlarına astığı CHP, kendi tek parti döneminde gerçekleşen bu katliama hep sessiz kaldı. Hatta kimi parti yöneticileri katliamı onaylayan sözler sarf etti. Oysa Türkiye sağının kült karakterlerinden biri olan Necip Fazıl Kısakürek ‘’Son Devrin Din Mazlumları’’ kitabında, Hozat’ın Zımek (O, Zımbık demiş) köyünde yaşananların ‘’Şekspir’ in hayaline bile taş çıkartacak’’ türden olduğunu, yaşanmış olan facianın dehşetini çok net tarif eder. Yine Munzur nehrinin kan aktığını aktaran Kısakürek, Dersim kırımının ‘Türk egemenliğinin güçlendirilmek istenmesi’ için yapıldığını da cesurca ifade eder.
Yakın geçmişte Dersimli gençlerin de büyük kısmının gönül verdiği Sovyetler Birliği Komünist Partisi, Türkiye sağının önemli neferi Necip Fazıl gibi eğilip yarasına bakmamıştı Dersim’in. Türkiye’deki ‘yoldaşların’ raporları ile yetinmişti Sovyetik yoldaşlar. O raporlar da katliamı yapan ‘Genç Kemalist Cumhuriyeti’ haklı görüyordu. Benzer görüşleri TKP’ li Şefik Hüsnü de 1925’ teki Şeyh Said İsyanı için sarf edilmişti.
1937 yılında TKP’li İsmail Bilen tarafından Komitern’in yayın organı Rundschau’ya (Görünüm) şu ibretlik rapor/yazı gönderilmişti; ‘’İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmişti. Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu. Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır.’’
Başkalarının Acısı…
Türkiyeli sosyalistlerin ekseri çoğunluğu Dersim ve Kürdistan’da yaşanan katliamlara ‘başkalarının acıları’ olarak değerlendirmiştir. Onlar için Kürtlerin ulusal haklarını talep etmesi ‘feodali gericilik’ ti.
1938 katliamını sadece TKP değil, katliamdan 30 yıl sonra Dersim’ de örgütlenme çalışması yapan 68 Kuşağı devrimcileri ile 40 yıl sonra bölgede yoğun politik çalışma yapan 78 Kuşağı sosyalistleri de Dersim katliamına dair bir anma, bildiri, miting vb. çalışma yapmamışlardır. Bunun sebebinin yukarıdaki ‘komünist’ (!) bakış açısıyla alakalı olup olmadığı ise araştırılmadığı için bilinmiyor.
Vietnam Savaşına gösterilen duyarlılık Dersim’e gösterilmiyor, Ho Şi Minh’e bahşedilen itibar Seyid Rıza’ dan esirgeniyordu. Keza Angola bağımsızlık savaşı da ‘sömürge Kürdistan’ için bağımsızlık imgesi düşürmüyordu devrimci gençlerin dimağına. Elbette toptancı bir yaklaşım ve değerlendirme sübjektif olacaktır ama İbrahim Kaypakkaya gibi istisnalar genel kaideyi bozmuyor.
Kemalistlerin ‘feodal gericiliğe karşı medeniyet hareketi başlattık’ algısı, dönemin gençlerinin kulağına ‘modernizm’ olarak çalınıyordu çoğunlukla. Çünkü onlar da feodal beylere (ki Dersim’de bahsedilen kategoride ‘bey’ in olmadığını yaşayarak görmüşlerdi) karşı mücadele ediyor, ‘Patron-ağa devletini yıkmayı’ hedefliyorlardı. Öte taraftan ‘’Yarin yanağından gayrı’’ bir düşleri olmayan, sadece insanla değil ekosistemle bütünüyle eşit olmayı düstur edinen o ‘Rıza Şehri’ni de anlam dünyalarına taşıyamamışlardı. Hallac-ı Mansur, Seyid Nesimi ve o yola baş koyup feda olan nice ortak yaşam savunucusu geçmişti bu canlar yol’undan. Misafir oldukları evlerden öteledikleri Ehli Hak Pirleri, Mazdek’ten günümüze gelen ortakçı yaşam felsefesinin mirasçılarıydı. 38 kırımında, Bargini köyündeki Ağuçan Pirleri katliamında olduğu gibi Alevi pirleri öncelikli hedef yapılmıştı. Alevi inanç önderleri olan pirlerin, halkın sazından sökülüp atılması da başlı başına bir büyük mesele olarak hala yüzleşme beklemektedir. Detaylı bir makalenin konusu olan bu meseleye işaret edip geçelim şimdilik.
Beşinci Kuvvetin Sefaleti…
Dersim Soykırımı yapıldığında Türkiye basını da, ya üç maymunları oynuyor ya da bugün olduğu gibi iktidarın borazanlığını yapıyordu. Susan Sontag, ‘’Başkalarının Acısına Bakmak’’ isimli çalışmasında ‘’Gazeteciler diye bilinen profesyonel, uzman turistler’’ diyor bunlara. Çoğu Dersim topraklarına ayak basmadan egzotik ve pastoral bir diyar tarifini İstanbul’daki merkezinde kaleme alıyordu. Dönemin muhabirleri ‘turist olarak dahi’ ancak Elazığ’a varmış, ‘Dersim Kasabı’ Alpdoğan’ dan talimatla ‘haber’ yazabilmişlerdi.
Dönemin solcu gazetesi (ki 1945 yılında Kemalist gençler tarafından yakılmıştı) Tan, Sabiha Gökçen’le yaptığı bir röportaj ile katliamı ballandıra ballandıra sayfalarına taşıyordu. Sabiha Gökçen ‘‘Keçizeken civarında asilerin topluluğunu haber alıp grup halinde hareket ettik. Ben elli kiloluk bombalarımı grup halinde kaçanlar üzerine attım, isabeti gözümle gördüm ve vazifeden avdette heyecanlı dakikalar geçirdik. … Dersimde uçuş çok heyecanlı idi. Dar boğaz gibi vadiler aşıyorduk… Muhasama meydanında canlı hedef üzerine bomba atmak insana hiçbir acımak hissi vermiyor.’’ (Aktaran: Gökçe Başaran İnce, Birikim, 2011)
Gökçe Başaran İnce ‘’1937 Mart ve 1938 Ağustos aylarını içeren Cumhuriyet, Kurun (Vakit) ve Tan gazetelerinin Dersim Katliamının haberleştirme biçimine bakıldığında, aslında 1980 ve 1990’ lara kadar uzanan bir ‘dil’ in prototipine rastlamak mümkün’’ diyor. İsabetli bir belirleme Türkiye basınının büyük çoğunluğu Kürdistan’daki tüm seferlere tekmil alarak katılmıştır. Geçmişte ‘’şaki’’ olan Kürtler zamanla ‘’eşkıya’’, ‘’bölücü’’, ‘’bebek katili’’ gibi ötekileştirici bir ifade ile sunuluyor hala.
Herkes Oradaydı…
Dersim 38 Katliamı olarak tarihe geçen bu büyük vahşetin izleri zaman içinde ortaya çıkınca, sorumluların her biri karar merciinin kendileri olmadığı dezenformasyonu yaptılar. Ama ‘paradigma iflas etti’, takke düştü kel göründü. Bugün Dersim soykırımını anlatan yüzlerce belge elimizdedir ve kimin ne kadar sorumlu olduğu kanıtlanmıştır. Merak edene söyleyelim; sadece Mustafa Kemal değil İsmet İnönü de, Celal Bayar da, Fevzi Çakmak da yani tam kadro hepsi oradaydı. 4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu Kararını imzalayan herkes Dersim Katliamının sorumlusudur. Bu nettir ve tespitlidir. Belgeler açıktır.
Dersimde toprağa kefensiz düşen on binlerce insanın hatırası, dünyanın dört bir yanına dağılmış Dersimlilerin kalbini acıtmaktadır hala. Dersimliler bu acının hakikatiyle yüzleşilsin istiyor. 83 yıl sonra da olsa bu vahşi katliamın yaralarını sarmak istiyorlar. Acıyı, dünya görüşlerine entegre etmek istemiyorlar artık. İyileşmek istiyorlar. Bunun için de mahkeme kayıtlarının açıklanmasını, faillerinin gıyaben de olsa yargılanmasını, asılan Seyid Rıza ve yol arkadaşlarının mezar yerlerinin belirlenmesini, sürgün edilenlerin ve evlatlık verilen çocukların belgelerinin açıklanmasını, devletin etkili bir şekilde özür dilemesini bekliyorlar.
Nesimi Aday