‘’Canlılar arasında ayrım yapmayan, kadını erkekle eşitleyen, büyüğü küçükten ayrı görmeyen, dil, din, ırk ayrımı yapmayan, çoğun yanında değil, azın tarafında olan, gerçeğe hû çeken, ölümü değil, yaşamı kutsayan, Tanrıyı insanda görüp, insana niyaz eden, eline, diline, beline sahip olmayı erdem sayan, özeleştiri mekanizması olan özünü dara çekmeyle, gönüllü olmayı içselleştiren, ruhunu arındıran, insan-ı kamil denilen üstün insana varmayı felsefi düstur edinen, rıza şehri ütopyasını gündelik yaşantısında içselleştiren bir ‘inanç’ topluluğuna neden zulüm yapılır?’’
Yavuz Sultan Selim’in Hortlayan Ruhu ve Acısı Dinmeyen Aleviler…
Alevilerin evleri işaretleniyor. Aleviler yine tedirgin. Kerbela’da katledilen Ehl-i Beyt, Yavuz Sultan Selim’in katliamı, Hallacı Mansur’un darı, Nesimi’nin yüzülen derisi, Yol’undan dönmediği için asılan Pir Sultan, Dersim’de katledilen mâsumlar. Maraş Katliamı, Sivas Madımak Yangını ve dahası ama yine de: İNCİNSEN DE İNCİTME
NESİMİ ADAY
Şelaleye düşmüştür
Zeytinin dali;
Celâliyim, Celâlisin, Celâli
Cemal Süreya
Medeniyetlerin beşiği Anadolu neden yüzyıllardır kanla ve gözyaşıyla sulanıyor? Üstünde yaşadığımız bu topraklarda insanın kültürel tarihine yön veren onca değer varken, neden bir birimizi boğazlamaktan vaz geçmeyiz?! Bin bir çiçeğin yetiştiği Anadolu nasıl ‘halklar hapishanesine’ dönüştü? Türkiye’de çoğulculuk neden toplumsal bilince dönüşmüyor acaba?!
Soruların cevapları, yaşadığımız hayatın satır aralarında, bir nabız gibi atıp duruyor. Görmek, dokunmak ve duymak gerekir. Sosyolojinin ve vicdanın değer ölçülerine göre anlamaya çalışırsak, cevap bulmak kolay olacaktır.
Aristocu İslam düşünürü İbn Rüşd ‘tek ile çok’ arasındaki ilişkiye ve bu ilişkinin toplumsal bir karaktere bürünmesi için, teorik düzlemde fikir üreteli neredeyse bin yıl oldu. ‘’Dindaşımız veya başka bir dine inanan bir kişi olduğuna bakmaksızın, düşüncelerinden yararlanmalıyız’’ diyen Aristocu düşünürün bu önermesi, devlete ‘akıl’ veren bağnaz din adamlarının (evet hepsi adam/erkek), hoşuna gitmediğinden, tam tersi bir yönde, çok kültürlü bu coğrafyada tekçiliği, yani Sünni İslam’ı bir sopa gibi kullandılar ve Sünniler hâlen de inançlarını tekil özne olarak topluma dayatıyorlar. Bu tekçi anlayış da farklı inanç ve kültürlere karşı, çoğunluğun tölerans göstermesini engelliyor adeta.
Alevilerin evleri kim, neden işaretliyor?
Malatya’nın Paşaköşkü Mahallesi’nde 21 Kasım 2017 salı günü, Alevi ailelerin ev kapılarına kırmızı boyayla çarpı işareti çizildi. Bu olaydan bir kaç gün sonra da, İstanbul Habipler Cemevi’ne bir saldırı yapıldı. Yine İstanbul Bahçelievler’de bir vatandaşın evine ‘’Defol dinsiz’’ ve ‘’İslam’’ yazıları yazılıp, kapılarına kırmızı boya ile çarpı (x) işareti konuldu.
Alevileri tedirgin eden bu saldırılardan sonra, benzer bir olay da Manisa’da yaşandı. Çoğunlukla Alevilerin yaşadığı Manisa’nın Hafsa Sultan Mahallesi’ndeki bir evin duvarına kırmızı boya ile çarpı işareti konuldu. Saldırıyı gerçekleştiren kişi ve ya kişileri yakalayamayan polis ise, kapı ve duvarlara konan çarpı işaretlerini silmekle ‘soruşturmaya’ (!) başladı.
Saldırganların çarpı işaretini kırmızı boyalarla yapmaları manidar! Keza Osmanlıdan bu yana ‘’Kızılbaş’’ diye hitap edilen ve ‘’katli vacip’’ görülen Aleviler, yüz yıllarca kızıl-kırmızı renkle eşdeğer görüldü. Oysa kırmızı-kızıl güneşten dünyaya hediye bir renk olarak, yaşamın da kaynağını oluşturuyor ya, kafasını hurafeye gömen zevata bunu anlatmak kolay iş değil.
Yine Osmanlının, Alevilere verdiği bir diğer isim de ‘’Işık taifesi,’’ yani Işık İnsanları.
‘İsmi Hüseyin olanlar işe alınmadı…’
Malatya’da evi işaretlenen Zeynep Çelikkanat, devletin tekçi yaklaşımına ve pratiğine şöyle tepki koyuyor: “Biz Aleviler, Sünniler, Kürtler, Ermeniler her zaman birlikte yaşamış halklarız. Sözde güvenliğimiz için görevlendirilen polisler de devletin zihniyetine hizmet ediyorlar. Bizleri sevmeyen devletin polisine nasıl güvenelim. Bu ülkede babasının ismi Hüseyin diye iş verilmeyen çocuklarımız var. Devlet kendinden olanlara çok rahat ekmek verirken, biz Alevileri ise batı illerinde inşaatlarda çalışmaya mahkum ediyor.” (pirha.net – jinnews.com.tr)
Evlerin işaretlenmesi organize olduklarına dair ipuçları barındırınca, Aleviler büyük bir korkuya kapıldılar. 1978 yılında Maraş’ta, kapı komşuları, tıpkı Ermeni soykırımında olduğu gibi, yollarına, yolaklarına çıkıp onları kurbanlık bir koç gibi kesmişlerdi. Yine benzer cinayetler Çorum’da yaşanmıştı. 1993 yılında Sivas’ta yakılanlar ile İstanbul Gazi Mahallesi ve Sarıgazi’deki katliamlar da Alevilerin belleğinde tazeliğini koruyor.
Çarpı (x) işaretinin anlamını daha önce de acı bir şekilde deneyimlemişleri. 19-24 Aralık 1978 yılında Maraş’ta ve 18 Nisan 1978’de Malatya’da devreye konulan başka bir provokasyon daha vardı ki orada da katledilip, sürülmüşleri. Malatya’nın neden seçildiğini, aşağıda irdeleyeceğim.
Alevi katliamları, nedense hep meçhul kalıyor…
Alevilerin travmalarla dolu belleğinde bir 1980 yılında ‘’Kanımız Aksa da Zafer İslam’ındır’’ sloganıyla saldıran faşist ülkücülerin Çorum katliamı var. Çorum Katliamı da tıpkı Madımak katliamı gibi meçhule tahvil edildi. Ama katliamı tertipleyenler, istedikleri sonucu burada da almayı başardılar; Alevilerin büyük bir kısmı Çorum’dan göçüp gitti. Böylece Celâlilerin yurdu, Sünni iktidarın payandalarına teslim edildi.
Koçgiri ve Dersim Kürt Alevi Katliamları…
Osmanlı İmparatorluğu’nun, özellikle II. Bayezid’ten sonra başlayan ve oğlu Yavuz Sultan Selim tarafından sürdürülen Kızılbaş düşmanlığı ve ardından gelen katliamlar biliniyor. Şimdi biraz da Cumhuriyet dönemi katliamlarına bakalım.
Osmanlı İmparatorluğu dağılıp, Türkiye Cumhuriyeti’ne evirildiği yıllarda patlak veren Koçgiri Hareketi (6 Mart – 20 Haziran 1921), ilk Kürt Alevi katliamı olarak anılabilir. ‘’Zoları bitirdik, sıra Lolar’da’’ (Ermenileri bitirdik sıra Kürtlerde) diyerek yola çıkan Sakallı Nureddin Paşa ve Çepni bir Alevi olduğu iddia edilen Topal Osman, Koçgiri üzerine yakılan halk şarkılarına göre ‘taş üstünde taş, baş üstünde baş’ bırakmamıştı. Bu gün hâlâ o bölge devletin ‘sıkı’ gözetimi altında tutuluyor ve nüfusun büyük bölümü ya asimile edildi, ya göçertildi.
1924 yılınca çıkarılan Tekke ve Zaviye Kanunu, aslında 1920 yılında cereyan eden Koçgiri ulusal hareketine yönelikti. Çünkü Dersim’den sonra haritanın daha da batısında yer alan Alevi Kürtler, Sünni iktidarlarca yönetilen Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti için bir ‘sorun’du. Onun içindir ki 1925’te çıkan gizli Şark Islahat Planı, ‘Fırat’ın batısında dağınık şekilde yerleşik bulunan Kızılbaş Kürtlerin öncelikli olarak asimilasyona tabi tutulmalarını’ ister. Buradaki meram, kadim Kürdistan’ın sınırlarını içe doğru çekmektir.
Serhad bölgesinden başlayan Kürt Alevilerin yerleşim yerleri, Maraş ve Antep üzerinden, bir yay çizerek Akdeniz’e kadar uzanır keza. Kürdistan’ın batı sınırı olan bu coğrafya ve sakinleri bazı ‘odakların’ dikkatinden kaçmadı hiç!
Kürdistan’ın batısındaki Alevi (Ehli Haq) toplulukların, dağınık da olsalar önemini, İngiliz Binbaşı Charles Edward Noel de fark etmişti. Siyasi Kürdistan’ı buradan inşa etme düşüncesiyle 1919 yılında Kürdistan gezisine, İç Torosların Alevi Kürtlerinden başlamıştı.
Kürdistan’ın Kuzey Doğusundan Akdeniz’e kadar inen bu popülasyonun demografik yapısına yönelik operasyonların, 1925’den günümüze kadar sürmesini bu bilgiler ışığında değerlendirirsek, Alevilere yapılan saldırıları daha doğru kavramış olacağız.
Maraş / Terolardaki El Nusra Mülteci kampı ile Erzincan / İliç’e yerleştirilen Ahıska Türkleri, Kızlbaş Kürtlere yönelik demografik operasyonun devam ettiğinin bir göstergesi olarak da okunabilir. Dolayısıyla 100 yıl öncesine kadar Kürt kenti olan (1925 Şeyh Said ayaklanması ve Malatya ilişkisine bakın) Malatya’nın çoğunluk olan Sünni Kürt nüfusu, Türk-İslam senteziyle asimile edildi gibi. Ama az sayıda olsalar da kimliklerini koruyan Alevi Kürtler, hâlâ, iskana tabi tutulması gereken bir topluluk olarak görülüyor!.
Yavuz Selim’in mirasını Atatürk mü devraldı…
15 Kasım 1937’de idam edilen Seyid Rıza ve yol arkadaşlarından, yaklaşık altı ay sonra, 4 Mayıs 1938 tarihinde, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve bakanlarının imzasıyla start verilen Dersim Soykırımı, Yavuz Sultan Selim’in yaptırdığı katliamından sonraki en büyük Alevi katliamıdır.
Yaklaşık 70 bin insanın soykırıma tabi tutulduğu Dersim’de, modern devlet söylemi altında, olmayan bir isyan gerekçe gösterilerek, tarihte eşi benzeri az görülmüş bir katliam yapıldı.
- ve 17 yüzyılda Osmanlıya başkaldıran Celâlilerden yaklaşık 60 bin kişinin, öldürülüp kuyulara atıldığı, hala belleklerde. Cemal Süreya’nın yazının başındaki şirini bu bilgiyle okuyunca, ‘’Celâliyim’’ derken neyi kast ettiği daha somut anlaşılmış olacaktır.
Günümüze ulaşan çoğu Osmanlı rapor ve fermanlarına göre Dersim, İslam Halifelerine riayet etmeyen ve Muhammed Peygamberin ikinci eşi Ayşe’ye saygı duymayan, (1733 tarihli ferman) ‘kâfir’ Alevi Kürtlerin (Rafızi Ekrad) yaşadığı bir ‘şer’ vilayetiydi. Bu mantaliteye göre de katli vacip, kadınları, kızları ve malları da Sünnilere helaldi. Ellerine fırsat geçtince bu çirkin emellerini gerçekleştirdiler de..
Ama yine de Alevilerin şah damarı olan Dersim’i kesmeye güçleri yetmiyordu. Hatta bir gizli raporda ‘Eğer Yavuz’un garezi Dersim Dağlarının içine girebilmiş olsaydı, Dersim bu gün bu halde olmazdı’ diye yazar pişmanlıkla. Yavuz Selim, Trabzon Valisi olduğu yirmi yıl süresinde aralıklarla Dersime saldırmış ama Munzur Dağları’nın kapalı tuttuğu iç Dersim’e girememişti.
Yavuz’un ruhu geri mi geldi?
Alevilere yapılan zalimane siyasetin toplumsal etkileri ve yapılan hunhar saldırıların bilgisiyle, üstteki soruyu sorsak abartılı olmaz sanırım. İslam Peygamberinin ehli beytini susuzluktan kırmaları, kılıçtan geçirmeleri yetmemiş olmalı ki hala da bu tür vahşet oyunlarını sahnelemek istiyorlar. Kerbela’dan beri içlerindeki kini soğutamayanların varlığı, yaşadığımız toplum içinde enfekte olmuş bir yara gibi irin akıtmakta hâlâ.
Türkiye Cumhuriyeti laiklik esasları üzerine (eksik de olsa) kurulunca, kısmen iyileşme görüldüyse de ‘düşman’ zihniyet, hiç çıkmadığı o kör kuyulardan çıkıp, ışık taifesi dedikleri insanlara saldırmaktan geri durmadı.
‘’İncinsen de incitme’’ diyen bir öğretiye sahip, ‘’yetmiş iki millete bir nazarda bakan’’ ve ‘gerçeğe hû’ çeken bir inanç grubuna neden şiddet uygulanır?!
Canlılar arasında ayrım yapmayan, dua ederken kurdun, kuşun, börtü böceğin iyiliğini istedikten sonra, kendine iyilik isteyen, kadını erkekle eşitleyen, büyüğü küçükten ayrı görmeyen, dil, din, ırk ayrımı yapmayan, mazlumdan yana olan, çoğun yanında değil, azın tarafında olan, gerçeğe hû çeken, karanlığa değil, ışığa secde eden, ölümü değil, yaşamı kutsayan, Tanrıyı insanda görüp, insana niyaz eden, eline, diline, beline sahip olmayı erdem sayan, özeleştiri mekanizması olan özünü dara çekmeyle, gönüllü olmayı içselleştiren, ruhunu arındıran, insan-ı kamil denilen üstün insana varmayı felsefi düstur edinen, rıza şehri ütopyasını gündelik yaşantısında içselleştiren bir ‘inanç’ topluluğuna neden zulüm yapılır?
Yeryüzünde Aleviler kadar zulüm görmüş kaç topluluk vardır acaba?!
Başka bir hayatın da mümkün olduğunu söyleyen Aleviler, yaşadığı dönemlerin baskıcı rejimlerine hep başkaldırmış, Halâc-ı Mansur gibi dara çekilmek, Seyit Nesimi gibi derisi yüzülmek, Pir Sultan Abdal gibi asılmak pahasına inandıkları yoldan vaz geçmemişlerdi.
Alevilerin belleği ne çok yaralı, ne çok travma biriktirmişler böyle. Kerbela’dan bu yana kimse eğilip bakmamış, yarasını kimse sarmamış. Adeta dünyaya yaralı bir ceylan gibi salınmışlar ellerinde sazlarıyla. Hallacı Mansur bundan olmalı ki ‘’Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin görmediği yerdir’’ demiş.