‘‘Feride’m…
Birkaç devletin zulüm ve istibdadı karşısında mücadele etmekte bulunan milletimin, hürriyet ve kurtuluş bayrağının dalgalandığını görmeden şu gurbet ellerinde hayata göz yummak kadar acı birşey tasavvur edemiyorum.
İrade gücüm çok kuvvetlidir. Sen mensup olduğun kahraman milletin kurtuluşunun alevli güneşini göreceksin.’’
I.BÖLÜM
Bu makalede çoğunluğu 68 ve 78 kuşağı olarak adlandırılan ‘Türkiye devrimci hareketi’ içinde yer alan bir kısım Dersimli devrimcilerin, özle kurdukları yabancılaşmış ilişkinin, Dersim’in siyasal hayatına olan negatif etkileri Nuri Dersimi özelinde irdelenecektir.
Çoğunluğu seksen öncesi ‘‘Türk Solu’’ diye adlandırılan yapı içerisinde faaliyet gösteriyordu. Onlar için lokal dillerin ve kültürlerin, enternasyonal olanın karşısında çok bir kıymeti yoktu. Siyasal alan dilleri ise Türkçeydi. Dünyayla etkileşimleri gurur duyulacak kadar iyiydi. ‘Halklar bahçesi’ topraklarda ‘‘Türk’’ dışındaki etnisiteden bahsetmek milliyetçilik sayılıyordu. Türk etnisitenin milliyetçi, mukaddesatı önderlerinin, başta Ermeni, Rum, Yahudi ve Kürtlerin temel insani hakları üzerine basa basa kurucu figür olması sorgulanmaya değer görülmüyordu pek. Sosyolojik bağlamları oldukça yakıcı olan, kendini sosyal alana sürekli dayatan Kürt halk taleplerine, ulus ötesi halk hareketleri kadar değer vermiyorlardı, doğrusu veremiyorlardı da. Meselenin kendisine uzak durmanın enternasyonal olmanın önünde engel olmadığını göremeyecek kadar genç ve tecrübesizdi çünkü. Bu politik duruşlarıyla ‘ilerici’ olduklarını düşünüyorlardı ama yoğun faaliyet gösterdikleri Dersim’de kısa süre önce (1938) yaşanan soykırıma dair politikaları ‘yok’ düzeydeydi. İşte çoğunluğu Dersimli ve de Alevi olan bu insanların özle kurdukları yabancılaşma böyle girmişti mücadele hayatlarına.
12 Eylül 1980 darbesi sürecinde, Türkiye dışına çıkan/göçen (çoğunluğu Avrupa ülkelerine çıkmıştı) bu grup bileşenlerinin hatırı sayılır kısmı, örgütlerinin cunta karşısında işlevsiz hale gelmesi veya güç kaybetmesiyle, kendilerini boşlukta bulacaktı.
Sovyetlerin dağılması ve ‘reel sosyalizmin’ çözülüşü de savrulmanın tuzu biberi olacaktı. Değer yitimi yaşayan, yitirilenin yerine yenisini tahkim etmekte zorlanan bu insanlar, gittikleri ülkelerde tutunmakta da ciddi zorluklar yaşayacaktı. Bir süre sonra ‘vatan özlemi’ çekmeye başlayan bu grup bileşenlerinin aidiyet duyguları baskın ruh haline dönüşünce, alan kayması yaşamaya başlayacaklardı. Yabancılaşma süreciyle kendilerine yeni alan yaratmış, ‘Alevicilik’, ‘Zazacılık’ gibi yükselen değer merkezleri oluşturmuşlardı kendilerine. Oysa Alevilik de (Ehli Hak), Zazalık da (Kırmanc-Dımıli) yaşadıkları toprakların gerçeğiydi. Fakat daha önce eğilip bakmamışlardı işte.
Parti-örgüt anlamında değer kayıbı yaşayan bu politik insanlar, ‘anayurda’ geri dönünce mazlum olanın hikayesi üzerinden hegemonik cemaatler kurmaya başladılar. 12 Eylül Darbesi öncesi ‘Pekin – Moskova çatışması’ ve ‘Enver Hoca Revizyonizmi’ gibi ulus ötesi konularla hemhal olan ‘gençler’ artık kendi dilleri, aşiretleri, ezbetleri, töreleri vs üzerine gazete, dergi, kitap gibi kültürel çalışmalarla yeni kimlik inşaası sürecine girecekti.
Özünde iyi bir şey yapıyorlardı ama sömürgeci sistemin, onların belleğinde kendini yeniden üretmesine engel olamamışlardı. Çünkü siyasal eğitimleri tekçi devletin küçük de olsa (teorik manada) sızıntılarıyla beslenmişti. Geçmiş siyasal politik hayatları dünyayı kurtarmaktan vazgeçip, rol modellerini lokal alan (örneğin Dersim) üzerinden tarife başladılar. Devrimci mücadele sürecinde savundukları evrensel alan teorileri cemaate, hatta aşirete indirgendi. Geçmişte ‘gerici’ olarak nitelendirdikleri ‘‘aşiret’’, ‘‘inanç’’ gibi değerleri, bu kez fetişleştirerek sahip çıkmaya başlamışlardı.
Dikkat edilirse bütünün kendisine değil parçanın parçasına kadar lokal kategoriler ilgilerini çekiyordu. Çünkü bütün olana (Kürdistan) karşı konulmuş bariyerleri aşmaya ya takatleri yoktu ya da zaten hiç ilgi alanlarına girmemişti.
Böylece kültürel ve siyasal alanda farklı olma arayışı patolojik etkiler göstermeye başlayacaktı. Kopuş hızlı yaşandı. Enternasyonal kodlarını, yerel alan için bir bir harcayacaklardı. Artık iktidarını lokal olan değer üzerinden tarif etmekten sakınmıyorlardı. Bu marifetli davranış ekonomik alan işkisi de geliştirecekti. Folklorik ve siyasal alanın pazarda (soykırım pazarı) ranta dönüşmesi sonucu aktörler de çoğaltacaktı. Artık bulunan her belge ya itibar devşirmek için title olacak ya da ekonomik geçim kaynağına dönüşecek kadar sömürülmüş olacaktı.
Dünya ölçeğinde popülerleşen çokkültürlülük kavramı yükselen değer kodları olunca toplumsal veya grupsal her türlü farklılığı, maddi ve manevi terazide tartmaya başladılar. Kimi kavram ve değerleri (Kürtlük gibi) tarihsel ve toplumsal bağlamlarıyla irdelemeden ötekileştirirken, kimilerini de inanç merkezleri gibi sorgusuz sualsiz içselleştirdiler.
Yakın zamanda temelleri atılan bu grup modeller, ulus devletin inşa yapıcılarının ilgi alanına da girdi. ”Dersim Kürt Ayaklanması”, ”Kürt ulusal hareketlerinin merkezi”, ”Kızılbaş Kürtler” kavramları yerine ”Dersimli Zazalar”, ”Dersimli Türkmen Aleviler” tahkim edilmeye başlandı. Tekçi devlet bir dönem ‘başlarına bela olan’ devrimci gençlerinin bu ‘sapmasını’ en küçük kırıntısına kadar değerlendirmek için kolları sıvadı. Sonuç olarak Kürt düşmanlığı yapan ”Zaza Gençliği” ve Zazaların Kürtler tarafından sömürüldüğünü savunan ama soykırım yapan devlete dair cümle kurmayan Zaza Partisi gibi yapıların oluşumuna kadar gelindi. Böylece bu gruplara empoze edilen Orta Asya-Horasan-Dersim, Alevilik-Sünnilik, Zazalık gibi kavramlarla bir hafıza oluşturulmuş ve hasadı da alınmıştır olacaktı.
Sistemin değere saldırı mekanizması karşısında savunmasız kalan topluluklar zamanla değerlerine yabancılaşıp, ötekileşmeyi kabullendiler böylece.
Dersim’de Alpdoğan Mahallesi ve Alpdoğan İlkokulu, Fevzi Çakmak vb isimlerin, toplumsal travmaya neden olması gerekirken bir çeşit kabul görmesi şaşkınlık yaratsa da kanıksandı da. Bu kabulü George Gerbner ‘in ‘Ekme’ (cultivation) olarak adlandırdığı ‘amaçlı girişim’ kuramıyla açmak mümkün. Bu anlamda bir kavramsal arkeoloji yapma ihtiyacı da hasıl olmuştur. (…)
***
Yukarıdaki bölümün muradı, ömrünü sürgünlerde takip ve kovuşturmalar içinde geçirmiş, yaşadığı iki tarihsel olayda evlatlarını, kardeşlerin ve yoldaşlarını yitirmiş bir insana, Nuri Dersimi’ye ‘neden saldırıyorlar’ sorusuna cevap bulma çabası olarak okunmalıdır.
Onca yaşanmış olaydan sonra, eleştiri düzünden çıkıp, hakaret yokuşuna tırmanan ‘tahsilli cahilleri’ anlamak güç gerçekten. Güç, çünkü Seyid Rıza’yı astırmış adamların anlatılarını belge addedip, yakın tarih yazılımına negatif katkı sunuyorlar.
Güç, çünkü gözleri önünde oğlu asılmış Seyid Rıza’yı asan İhsan Çağlayangil’e itibar ediyorlar da mücadele arkadaşı Nuri Dersimi’yi ‘yalancılık’la suçluyorlar.
‘Stockholm Sendromu’ deyip geçiştirecek miyiz? Elbette hayır. Dersim hakkında iki temel kitap yazmış, uluslar arası kurum, kuruluş ve devlet nezdinde faaliyet göstermiş bir aydını itibarsızlaştırmak için şeytanla kol kola girmelerine razı olmamalı.
Sakallı Celal’in “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur” sözünü hatırlatanlara, Nuri Dersimi’yi, yazdıkları ve yaşadıklarıyla anlatacağız.
***
Nuri Dersimi’nin, Feride’ye yazdığı mektupla devam edelim. Fırtınalı bir yaşamın sonbaharında kaleme alınan bu mektup, Kürt aydınının makus talihinin acıklı bir örneğidir de.
‘’Feride…
Birkaç devletin zulüm ve istibdadı karşısında mücadele etmekte bulunan milletimin, hürriyet ve kurtuluş bayrağının dalgalandığını görmeden şu gurbet ellerinde hayata göz yummak kadar acı bir şey tasavvur edemiyorum
Feride’m…
İrade gücüm çok kuvvetlidir. Sen mensup olduğun kahraman milletin kurtuluşunun alevli güneşini göreceksin.’’
- BÖLÜM
Yazının birinci bölümünde, Nuri Dersimi’ye saldıranları, George Gerbner‘in ‘Ekme – Yetiştirme’ (cultivation) olarak adlandırdığı amaçlı girişim teorisiyle anlatmaya çalışmıştım. Seyid Rıza’nın son sözlerini argüman olarak kullanmış, ellerinde herhangi bir belge olmadığı halde, Seyid Rıza’nın asılmasında aktif rol oynayan ve mezarlarının yerini dahi söylemeyen İhsan Sabri Çağlayangil’e inanmalarını eleştirmiştim.
Kürtlük fikrinden rahatsız olan ve Zazaları (Kırmanç) ayrı bir halk olarak tarif eden çevreler, Kurmanc olan Nuri Dersimi’nin kitaplarından sübjektif ayıklama yapıp bir mantık oluşturmaya çalışıyorlar. Dersimi’nin anılarına bilimsel makale statüsü verip, sürekli didiklemekteler. Yıllar sonra sürgünde, kolu kanadı kırık bir ortamda yazılan kitaplarda eksikliklerinin olacağını anlamak istemiyorlar.
Bu saldırılar bazen o kadar tuhaflaşıyor ki Türk milliyetçisi Yeniçağ gazetesinden fotoğraf alıp yazılarında kullanmada sıkıntı görmüyorlar. Üstelik altına ‘‘Baytar Nuri Dersimi’’ yazılan fotoğraf, Ağrı ayaklanması lideri İhsan Nuri Paşa ve eşi Yaşar Hanım’a ait olsa bile. Yani konu ettikleri kişi hakkında o kadar da bilgisizler. Zihniyeti malum olan bu gazetenin yanlışı anlaşılabilir ama Nuri Dersimi hakkında bilirkişi edasıyla kalem oynatanların yanlışına ne demeli?!
Nuri Dersimi’nin devlet adamı bir emir eri olduğunu ima edenler (S. Çiya) oldu. Dersimi’nin devlet adına baytarlık yaptığını, bu bağlamda devlet ilişkisinin mecburen olacağını ve o yıllarda okuyan yazan az sayıda nüfusun birbiriyle ilişkilerinin, karşıt görüşte de olsa daha fazla olduğunu bilmiyorlar mı?
Örneğin Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir, Danıştay Başkanlığı yapmış, Miralay Halil Bey İstanbul Polis Müdürü o vakitler, Milletvekili Hasan Hayri Binbaşı, Ağrı İsyanı önderi İhsan Nuri Paşa Yüzbaşı. Devlet ilişkisini bu minvalde değerlendirmek daha doğru olmaz mı?
Mesele bağcıyı dövmek olunca, gayet ki üzümle ilgilenilmiyor. Nuri Dersimi’nin, Seyid Rıza’yla olan ilişkisi ısrarla görmezden geliniyor. 1993 yılında Nuri Dersimi’nin üçüncü eşi Hatun’la (Xatun) yaptığım görüşmede, Holfenk’teki (Xolfenk) evlerine Seyid Rıza’nın gelip gittiğini söylemişti. (Özgür Gündem,1993) Maalesef Dersimi’ye sistematik saldırıda bulunan çevreler bu ve benzer bilgileri hep görmezden geldiler.
Sıkça başvurdukları bir argüman da Dersim’de yaptıkları alan çalışmalarında Nuri Dersimi’nin tanınmıyor (H.Demir) olmasıymış. Koçgiri yenilgisinden sonra yıllarca Dersim’de yaşamış bir aydını devlet tanıyor ama bu sözlü tarih çalışanların, dedeleri-babaları tanımıyormuş!
Oysa hem Koçgiri’de, hem de merkez Dersim’de Baytar Nuri ismi hem devlet belgelerinde hem de yerel halkın anlatılarında çokça karşımıza çıkmakta. Ama görmek için bakmak gerekiyor.
Dersimi özellikle Pertek yöresinde yaptığımız alan çalışmalarında popüler bir kişilik olarak çıktı karşımıza. İyi derecede saz çaldığı, toplumsal olaylar hakkında şiirler yazıp söylediği ve ‘Kürt Devleti’ fikri taşıdığı söylendi. Hatta Corovanlı Halil Aday ‘‘Bi aqlê xwe dinê xira kırî bû’’ yani ‘‘Aklıyla dünyayı harabe etmişti’’ diye tarif etmişti. Dersim Gazetesi’nin geçen sayısında okumuşsunuzdur. ‘Akılla dünyayı harabeye çeviren adam’ olarak bir haber-söyleşi yayımlandı.
Bu olguları görmemeyi ve anlamamayı düstur edinenlerin politikaları basit; eğitimli kesimi alaşağı et, aşiret diyarından öteye geçmemiş gariban köylünün fikirleriyle bir tarih yaz, Kürtlük ve Kürdistan gibi ulusal olanı reddet, Dersim milletvekili Hasan Hayri Bey’in ta 1925’te, neden asıldığını sorma. Boynuna zincir takılan, çocukları öldürülen ve sürgünde ‘ah’ içinde ölen Nuri Dersimi’yi ajanlıkla suçla.
Dersim faciasını başta Milletler Cemiyeti (BM) olmak üzere pek çok uluslararası kuruma yazılı olarak bildirmesini de kendi reklamı olarak eleştiri konusu yap! Ama 1976 yılında yaptığı görüşmeyi (H. Demir) anca 2011’de yayımla, Dersimi’den ‘‘Qalê yi kutik keno… uyuz bir köpek ’’ diye bahset. Ama Kemalizm’le hesaplaşma. Reyberê Qop kişiliğinin çağdaş versiyonu bu olsa gerek
Amaçlı girişim fikir sahiplerinin cümleleri, başkaları tarafından işte böyle kuruluyor. Yoksa CHP’ye verilen oylar, oda duvarlarında Hz. Ali’nin yanına asılan Atatürk fotoğrafları ile İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Abdullah Alpdoğan isimlerinin günlük hayatın parçası haline gelmesinin travması nasıl açıklanabilir ki?!
1980 öncesi kendini ‘devrimci’ gören bu zevat Nuri Dersimi şahsında Kürt aydınlarına hakaretler yağdırırken, Munzur’un kan kızıl akmasına sebep olanlar için iki satır yazmışlar mıdır?! Nuri Dersimi’yle hesaplaşıyorlar da CHP ve Mustafa Kemal’le hesaplaşabiliyorlar mı?
Saldırının temel argümanlarından biri Dersim’de siyasal çalışmaların olmadığı, Nuri Dersimi tarafından yapay bir Kürtlük ve Kürdistan ülküsü yaratıldığıdır. Zaten İngilizlere yazılan mektubun da Seyid Rıza’ya ait olmadığı, Dersimi tarafından yazıldığı savı dillerde pelesenk.
Mektup, Dersimi veya başkaca aydınlar tarafından yazılmış olabilir. Bu neden yadırganıyor ki? Tarih boyunca lider ve önderlerin danışmanları veya yazıcıları olmuştur. Bu danışman kişiler bazen liderlerin önüne de geçmiştir. Mesela Koçgiri’li Alişêr Bey böyle hatırlanmıyor mu? Bunun neresi yanlış, anlamak zor?! Ayrıca Dersim meselesinin aktörlerinden biri olan Nuri Dersimi’den başka nasıl bir tavır beklenebilir ki?! Katliam olurken ne yapsaydı yani, iki satır yazmasa mıydı?!
Bu tartışmalar tarih bilgisinden o kadar yoksun yapılıyor ki doğrusu insan cümleyi nasıl kuracağını şaşırıyor. Oysa Koçgiri harekatını ve akabinde Alişêr’i doğru okuyabilseler, Dersimi ve Dersimi’yi anlayacaklar. Ama okumuyorlar. Bu günlerde Seyid Rıza’yı tartışırken de aynı davranışı gösteriyorlar. Seyid Rıza ‘Fıkara bir Rızo’dur tipi işleniyor. İçi boşaltılıyor. Değersizleştiriliyor. İsyan mı? Elbette isyan yok. Ama Dersim siyaseten boş mu? Haydi Seyid Rıza’yı ve diğer liderleri geçelim, peki ya Alişêr Bey?
Bilindiği gibi 1921 Koçgiri yenilgisi sonrası başta Alişêr ve yoldaşı Zarife Hanım olmak üzere, Nuri Dersimi ve yaklaşık bin kişi Dersim’e geçiyor. Dersim ilişkileri ise Seyid Rıza. Koçgiri Harekatı’nda Seyid Rıza’nın aktif desteği var. Alişêr ve Zarife Hanım 1921 ile 1937 yılları arasında yani tam 16 yıl Dersim’de kalıyorlar. Bu arada Nuri Dersimi de bölgede. Kürdistan Teali Cemiyeti gibi entelektüel bir derneğin üyesi olan bu iki şahıs, Dersim’de siyasal faaliyetlerinden vaz mı geçtiler? Hele Alişêr Bey! Ne yaptı bunca süre de? Kürdistani fikirlerini Seyid Rıza’ya anlatmadı mı hiç?
Bugün Dersim katliamı konuşulurken, Dersimli aydınların bir kısmı bu olguyu ısrarla es geçiyorlar. Böyle davranınca, öldürülen ve sürgüne gönderilenlerin masumiyetini daha rahat anlatacaklarını sanıyorlar. Oysa Hozat belediye Başkanı Cevdet Konak’ın dediği gibi, ‘’Bu ülkedeki asli unsurları bir süs bitkisi gibi azınlık statüsüne indirgeyen ve her defasında bunu lütufmuş gibi sunan bir Kemalist diktatörlük rejimiyle muhatabız.’’
Son söz olarak Doğan Munzuroğlu’ndan ödünç şu cümleyle insaf çağrısı yapmış olalım: ‘‘Dersimi’nin yurtseverlik misyonuna ters yönde politize olmuş bazı Dersimliler insafsızca eleştirseler de Nuri Dersim’inin kitapları Dersim tarihiyle ilgili başvuracağımız birinci dereceden yazılı kaynaklardır.’’
(Dersim Gazetesi, Kasım-Aralık 2013)