Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir sanatçıyım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum, büyüklerime saygı ile, küçüklerime sevgi ile yaklaştım, konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim, elini bana bir uzatana, iki defa uzattım. Kendi noksanlarımı, ariflerin güzel söz ve davranışlarıyla tamamlamaya çalıştım.
Gerçeğe “hû” çeken dervişlerin ardılları olan Alevi ozanları ağır ağır elini eteğini çekiyor dünyadan. Gidenin yerinde kocaman bir boşluk kalıyor. Bu gönül dergahı, gün geçtikçe ıssızlaşmakta, yazılı, görsel ve işitsel tarihe hüzünlü bir materyal olarak kalmaktadır. Denilebilir ki en azından kayıt altına alınarak göçülmüştür hayattan. Elbette öyledir. Ama “Herkes dosta yazmış arzu halin Sümmani’yi rüzgâra yazmışlar” da yaşadı bu göğün altında. Rüzgâra yazılıp zamana ince bir serinlik olarak kalanlar oldu yani. Doğrudur, ‘söz uçmuş, yazı da kalmıştır.’ Lâkin teknolojinin doyuma ulaştığı yüzyılımızda, gerçeğe ve sadece gerçeğe riayet edenlerin hırkasını ve asasını da yerde koymamak gerek.
Hırkası eserleri, asası sazı olan bir derviş de Ali Ekber Çiçek’ti. O gönül şehrinde gezen bir gezgin olarak tarihteki yerini alalı çok oldu.
İnsan için yaşam bir düştür ya, Ozanın ‘pervanelikte on dört bin yıl gezmesi’ ve ‘adem sıfatında gelip gitmesi’ bundan olmalı. “Cehennemde ateş olmaz, nar yoktur / Herkes ateşini alır götürür” derken, yaşadığımız zamana ve bu zamanın gerçekliğine işaret eder; diğer Enel Hakçı ermişler gibi.
Ali Ekber Çiçek, 1935 yılında Erzincan merkeze bağlı Ulular köyünde, dar gelirli bir çiftçi ailesinin dört çocuğundan biri olarak dünyaya gelir. Babası Ali, 1939 yılında Erzincan Depremi’nde vefat edince, aile, ekonomik sıkıntı çeker, kötü günler geçirir. Ali Ekber, annesi Hafize ve kardeşleriyle birlikte rençberlik yapar. Rençberlik de babasızlık kadar zordur. Per perişan bir çocukluk, kapısında beklemektedir Ali Ekber’in. Küçük yaşta bağlama çalmaya başlar. Yüreği yanıktır. Tellerde arar muradını. Diğer iki kardeşi de ondan etkilenir ve onlar da bağlama çalmaya başlarlar. Ozan son röportajında, gazeteci Ersin Kalkan’ın “ilk saz çalışınızı hatırlıyor musunuz?” sorusuna, biraz da sitem ederek: “Neden hatırlamayayım ki, ben adam değil miyim?” der ve şöyle devam eder; “ilk sazı elime bir cemde teslim ettiler, beş yaşındaydım. Dedeler, bu eli perdelere tam ulaşamayan çocukta bir şeyler olduğunu hemen anladılar. O zamanın ünlü pirlerinden Potik İsmail ve Eyüp Dede bana çok yardımcı oldular, usulleri öğrettiler.” Pirlerin nasihat ve deyişlerini büyük bir dikkatle dinler. Onlardan Aşıklığın yolunu, yordamını öğrenir. Nitekim profesyonel müzik yaşamında, saza gönül verdiren o pirleri hep saygıyla yad eder.
Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma
İlk okulu Erzincan’da okuyan Ali Ekber, başarılı bir öğrenci olmasına rağmen, yaşam koşullarının elverişsizliği nedeniyle öğrenimini devam ettiremez. Bu arada sazla olan aşkı her geçen gün biraz daha katmerleşmektedir. Artık kabına sığamaz, sesini ve sazını başka diyarlarda, başka insanlara duyurmak ister. Erzincan’dan ayrılır ve İstanbul’a yerleşir. Fakat felek, Erzincan depremi gibi peşini bırakmaz. İstanbul’un taşı toprağı altın değildir. Büyük şehirdir, yutar adamı.
O günleri, yıllar sonra şöyle hatırlayacaktır: “İstanbul’a geldim. Akrabalarım vardı ama önce onları bulamadım. Sonra bir iş hanına sığınıp çalışmaya koyuldum. Mevsimlerden yazdı, bir kerevetin üstünde sabahlıyordum. Her gece Allah’a ‘Bu gece üstüme yorgan örtecek misin?’ diye sorardım.”
Kısa bir süre sonra, üstüne hem yorgan örter ve hem de Türk sanat müziğinin meşhur seslerinden hala kızı Saime Senan yardımıyla sanat çevrelerine girmeye başlar.
Çocukluğunda, hayal bile edemeyeceği ilişkiler yakalar. Yolu, yolağı artık açılmaktadır. ‘‘Gurbet elde bir hal geldi başıma’’ türküsündeki kötü hal, artık iyilik ve güzellik haline dönmektedir. O artık sanat çevrelerinde tanınan bir simadır. Neyzen Tevfik, Necati Başaran, Sadi Yaver Ataman, Davut Sularî, Malatyalı Süleyman Elver, Aşık Beyhânî gibi bir çok değerli insanla görüşüp, karşılıklı bilgi / kültür alış verişinde bulunur.
Sanatçı, tanıştığı bu değerli kişilerin de teşvikiyle, 1949 yılında Ankara Radyosu’na gider ve orada da dönemin büyük hocası Muzaffer Sarısözen’le tanışır. Bu tanışıklık sonrası, Sarısözen’in isteği üzerine devlet konservatuarına gider. Orada, Pir Sultan Abdal’dan alınan “Benden Selâm Söyle O Güzel Şah’a” isimli deyişi okur. Deyiş çok beğenilir. Böylece ilk kez radyo aracılığıyla bütün Türkiye’ye türkü söyler.
Artık Alevi semahlarını ilk olarak radyodan okuyan ozan unvanını ve ‘şerefini’ taşımaktadır. O, deyişleri büyük bir cesaretle Türkiye’ye dinletip, sevdirmenin erdemini taşır. Muzaffer Sarısözen’in özel ilgisi ve çabası sonucu gerçekleşen bu durumu, yıllar sonra şöyle anlatacaktır: “Sarısözen uzun zamandır Alevi deyişlerini radyoda çalmak için bir yol arıyormuş. Hatta o dönemde (1949), Hacı Taşan çok ünlüydü. Sarısözen’e demiş ki: ‘Ben de Aleviyim. Bu deyişleri bana niye okutmuyorsun?’ Sarısözen, ‘İşte sorun da burada. Senin Alevi olduğun biliniyor. Bu çocuk da Alevi ama henüz 12 yaşında. Sana söyletsem ‘Alevi-Sünni ayrımı yapıyorsun’ diyecekler. Ama Ali Ekber için onlara ‘Bakın ben 38 yaşındaki Hacı Taşan’a bozlak okutuyorum. Ama bu çocuk köyünde ne duyduysa onu öğrenmiş. Biz de ona çaldırıyoruz’ diyeceğim” demiş.
Profesyonel Sanat Yaşamı Başlıyor
Ali Ekber Çiçek, profesyonel sanat yaşamına askerlikten sonra başlar ve radyoda 35 yılı aşkın bir süre çalışır. Bu süre zarfında halk müziğine önemli mesafeler aldıran, toplam 400 çalışmaya imza atar. Halen TRT repertuvarında 54 arşiv kaseti mevcut. TRT arşivlerinde en çok eseri olan sanatçılardan biri. Bu eserlerden bazıları şunlar: “On dört bin Yıl Geçtim (Haydar Haydar)”, “Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim”, “Böyle İkrar İlen Böyle Yolunan”, “Bunca Olan Emeğimi”, “Gül Yüzlü Sevdiğim Nemden İncindin”, “Derdim Çoktur Hangisine Yanayım”, “Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma”. Ayrıca sanatçının, çoğu bugün elimizde olmayan 84 adet taş plağı var.
Tek Kişilik Orkestra
Ali Ekber Çiçek, çalıp söyleme sanatı açısından, kuşkusuz halk ozanları arasında özgün bir yere sahiptir. Çoğu halk ozanı, yöresel çalış ve okuyuş tarzını iyi derecede icra edip, genele ait müzikal formları kullanamazken, O, bu geleneğin bir başka boyutunda yer almayı başarmıştır.
Irene Markoff, ozanın için “Ali Ekber Çiçek, Türkiye’nin en iyi saz sanatçısıdır” der. Haksız da değil. Kullandığı mızrap tekniğiyle ardıllarına öncülük etmiştir. “Haydar Haydar”ı hiç kuşkusuz tek kişilik senfoni bestesi olarak tanımlayabiliriz. Bir görüşmede şöyle bir anısını anlatmıştı bana: “Kanada’da verdiğim bir konserden sonra, bir müzik profesörü yanıma gelip sazımı incelemiş ve hayretle ‘bizim bir koca orkestrayla çıkardığımız bütün o sesler, sadece bu enstrümandan mı çıktı’ diyerek hayretini gizlememişti.”
Ozan kendi sanat yaşantısını ve sanatsal duruşunu şöyle cümleleştiriyor: “Ben, Ali Ekber Çiçek olarak okuduğum bütün ezgilerde, gönül şehrinde bütün kâinatın yekvücut olmasını, din, dil, ırk, mezhep ve inanç farkı gözetmeksizin, yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de belirtilen ‘yaratılmışların en mükemmeli’ olan insanı tanımayı, sevmeyi, ona hizmet etmeyi gâye edinmiş, hiçbir kimseyi aşağı görücü, tan edici ve ayrıcı değil, aksine her insanı seven ve onlara birlik ve beraberliği öğütleyen bir tutum ve davranış içinde bulunmuşumdur. Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir sanatçıyım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum, büyüklerime saygı ile, küçüklerime sevgi ile yaklaştım, konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim, elini bana bir uzatana, iki defa uzattım. Kendi noksanlarımı, ariflerin güzel söz ve davranışlarıyla tamamlamaya çalıştım. Velhasıl toplumumuza verilecek en güzel hizmeti yaptığım kanısındayım. Bugüne kadar asla bölgecilik, bölücülük, doktrincilik ve safsatalarla uğraşmadım. Bir Alevi çocuğu olarak, toplumda yanlış anlamalara sebep olan, birliği ve bütünlüğü bozan inkarcı ve çıkarcılar gibi değil, gerçek felsefemizi anlatmaya çalıştım. Bu icra-icraatım boyunca hiçbir maddi menfaat sağlamadan, insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim. Bugüne kadar bütün kutsal kitaplara, inançlara saygılı olarak, dört kapıyı ve kırk makamı anlatmaya çalıştım. İkiliği değil birliği prensip edinen felsefemizin özünü dile getirmeye çalıştım.”
Ozan yaptığı çalışmalarda orjine çok önem verdiğini altını çizerek belirtme ihtiyacı duyar. Çünkü derleme sanatının olmazsa olmaz kurallarından biri olan orjine bağlı kalma tavrı, sanatçı için can alıcıdır. Bu durumun farkındalığıyla, derlediği eserlerde, orjinal yapıya zarar verecek açılımlardan uzak durup, teknik (örneğin, ton değişimleri gibi) bilgisini ve yeteneğini kullanıp ölümsüz eserlere imza atar. Bu anlamda “Haydar Haydar” isimli çalışması, sanat hayatında duruşunu anlamak için verilecek en büyük örnektir. Ozan hem derleme ve hem de popülerleşen halk müziği için kaygılanmaktadır. Şöyle özetliyor fikirlerini: “Türk Halk Müziği tekrar popüler oldu. Ancak ben bu gelişmeyi hazırcılığa bağlıyorum. Şimdi şöhret olmuş kişiler benim 40 – 50 yıl önce yazdığım parçalardaki ezgilerin üzerine güfte yapıp söylüyorlar. Bir de bu okuduğum parçalarda leyleği kuşa çevirerek okuyorlar. Ali Ekber Çiçek nasıl çalıp okuyorsa gençler ve ondan sonra gelenlerin de öyle okuması gerekiyor. Bu tavrı yakalamaları gerekiyor. Parçalarımdaki yorum zaten içinde vardır. Tekrardan o parçalara yorum eklemeye gerek yok. Hazırcılığa alışmışlar. Ben gençlere çok değerli bir miras bıraktım. O eser asla aslını inkâr etmemeli. Yorum üzerine yorum katılmamalı. Her şey aslına bağlı olarak tabiatıyla birlikte yaşatılmalı. Ben 60 yıldır bu parçaları yapıp, gençliğin önüne serdim ki onlara sağlam bir doküman bırakalım. Şimdi onlar bu müziğin aslını inkar ederse, ben buna gücenirim. Yozgat Sürmelisine sen nasıl yorum katarsın? Bu parça için Nida Tüfekçi 10 sene çalışmış, Haydar’a nasıl yorum katabilirsin? Bu parçada ben 3 sene çalışmışım. Bu eserlere yorum katılmasından çok rahatsız oluyorum. Biz geleneklerimizi nasıl koruyacağız. Gelenekler aslıyla birlikte korunur. Bu insanlar kendileri çalışıp bir şey üretmiyor, hazırı da bozuyorlar. Bu insanlar piyasanın en kariyerli kişileri. Bunların işleri güçleri ticaret. Amaçları ceplerini doldurmak. Böyle şey olmaz. Ama bu insanlar hazırcılığa alıştığı gibi bir de bizim ürettiğimiz türkülerin üzerine, sanki çok iyi bir şey biliyormuş gibi, yorum katıyorlar.” (Kaynak: Serkan Taşkın, Anadolu Ajansı)
Ali Ekber Çiçek, bir insan-ı kâmil olarak yaşayıp 26 Nisan 2006 gecesinde, insan sıfatında bu dünyadan göçtü gitti. Geride kalan sazı hâlâ “Haydar Haydar”ı söyler mi bilemeyiz. Ancak besteleri hariç, derlediği 400 kadar halk şarkısı onun ruhunu şad edeceğe benziyor.